Mimaride Neyi Tüketiyoruz?
Mimarinin hoşumuza giden ortamlar yaratma konusundaki başarısızlığı, bizim mutluluğu yakalamak konusundaki başarısızlığımızın bir yansımasıdır aslında… Alain De Botton
Yaşadığımız ortamlarda hoşnutsuzluğumuzu dile getirdiğimizde biri çıkıp da bize neyimiz olduğunu sorarsa, çevremizi saran ortamda bize nelerin zarar verdiğini ya da bizi nelerin rahatsız ediyor olduğunu pek ifade edemeyiz. Çareyi varsayımlar üretmekte bulur ve dış dünyadaki nesneler üzerine soyut çıkarımlar yaratmaya çalışırız. Dış dünyadan olan beklentilerimizi yorumlamaya çalışırken, koltuk yüzleri ile halının uyum sağlayamıyor olmasının ve aynadaki yansımasının, kullanılan malzemelerin yarattığı etkinin psikolojimizi bozduğuna dair, ya da daha ileriye giderek kapının uğursuz bir manyetizma alanı oluşturması, karşıt enerjilerin pencereden akıp gitmesi dolayısı ile enerjimizin etkilendiği üzerine yorumlar geliştirtebiliriz… Başka alanlarda da mimaride de bize asıl rahatsızlık verenin ne olduğunu açıklamakta zorlandığımız için çevremize şöyle bir bakar ve önümüze ilk çıkan şeyi sebep olarak gösterebiliriz… İnsan gerçek nedenleri görmekte zorlanır… Bu bireysel yaşamlarda olduğu kadar toplumsal bağlamda da geçerlidir… (1)
Sorunlarla karşılaştığımızda nasıl ki hemen karşımızdakinin yanlış yapıyor olduğunu düşünüp onu değiştirmeye çalışıyorsak, şehir yaşantılarımızda da gerçek çözüm üretmek yerine yatıştırıcı çözümler üretmeyi tercih ediyoruz.
Bizler dış dünyayı değiştirmeye çalışmaya meyilliyizdir… Bu anlamda da mimari bizim bu eğilimimize ivme kazandıran önemli bir araç olarak da tanımlanabilir… Nitekim mimari yapay çevre yaratma sanatıdır… Ancak tüketime hizmet eden ve yatıştırıcı çözümler üreten yaklaşımlar ile bu mesleğin insanların mutsuzluğuna hizmet ediyor hale dönüştüğünü göremiyoruz…
Yığınlarca eğlence merkezleri tasarlarken, şehir hayatlarının temel taşları olan aile yaşantılarında bir türlü tatmin becerisi geliştiremeyen çocuklara huzursuz beşikler oluşturuyor olduğumuzu anlayamıyoruz…
Sıkışan trafiğe çözüm getirebilmek için boğaza beş köprü yapmayı planlıyoruz da köprüler arttıkça o köprü çevrelerindeki yeni gelişecek yerleşimlerin nüfus yoğunluğunu arttıracağını göz ardı ediyoruz… Yatıştırıcı anlık çözümlerimiz ile geleceğimizdeki problemleri arttırıyor olduğumuz gerçeğine gözlerimizi yumuyoruz… Sürekli yatıştırıcı çözümlere yönelik bir mimari ahlak hakim oldu günümüzde… Mesele ise kısa vadede zorlayıcı olabilecek ama uzun vadede bizim evlatlarımıza faydası olan yerleşimler yaratabilmek…
Hepimizin dış dünyadan beklentileri vardır… Ama neyi bekliyor olduğumuzu ifade etmeye çalıştıkça gittikçe daha da ifade edemez oluruz… İfadelerimiz karmaşıklaşır… Dış dünyadaki beklentilerimizin nasıl da tatminsizliğimizi körüklediğini fark edemeyiz… O tatminsizliğin pençesinde hayal gücümüzün sınırlarını zorlarken buluruz kendimizi... Hâlbuki hayallerimizi mutluluğun üzerine inşa etmeyi arzuluyoruzdur…
Mimari ait olduğu toplumun tarihini ve deneyimlerini hikâye eden oyunun sahne dekorudur… Mimarinin kötü ve çirkin olması senaryonun nasıl yazılmış olduğu ile ilgili değil o senaryodaki oyuncuların beklentilerini nasıl belirliyor oldukları ile ilgilidir. Mimarinin oluşturduğu karmaşık, düzensiz ya da kötü yapılanma tasarımdaki sorunların değil, toplumdaki ruhsal sorunların da bir sonucudur. Bir topluma baktığımızda daha çok tüketebilmek zihniyeti ile kendisi için uzun vadede sorunlara neden olacak bir mimari yapılanma telaşına düşmesi, o toplum için bir insanın yanlış kişi ile evlenmesi, kendine uygun olmayan bir meslek seçmesi, kötü bir tatil planı yapmasından farksızdır. Bütün bunlara yol açan, kim olduğumuzu ve bizi neyin memnun edeceğini anlama konusundaki yeteneksizliğimiz ve yetersizliğimiz ile alakalıdır. Çektiğimiz acılardan yanlış dersler çıkartır, ondan sonra da mutluluğun sırrına ermek için çabalar dururuz…
Hayat bizim ne kadar çok deneyim yaşamamız ile bizi kazançlı çıkarmaz… Önemli olan yaşadığımız deneyimlerden bizim ne öğrenmiş olduğumuzdur… Özel hayatlarımız için geçerli olan bu gerçek yasa toplumsal yaşantımız için de geçerlidir.
Şehirler orda yaşayanların bireysel tatminsizliğinin yansıtan aynalardır… İnsanoğlu tükettikçe hep daha fazla tüketmek ister. Bir insanın sahip olduğu şey onun standardı olduğu andan itibaren, o insan hep daha fazlasını istemeye meyillidir. Eğer harcama beceriniz kazanma becerinizin önüne geçiyorsa tüketim bağımlılık yaratır. Nasıl ki insanoğlu iki bin çift şahsi ayakkabısı için özel daire tutmak durumunda kalıyorsa, bugün şehirlerimiz de o ayakkabı bağımlısı insan evladının evinde gözlemlenen yapılanmanın aynısını hızla artan beton binalar ölçeğinde yaşamakta… Gittikçe artan bir bina stoku şehrin üzerini kaplamakta… Nasıl ki bir alışveriş merkezinde o aldıkça daha fazlasını alası gelen insanın iç dünyasında yaşadığı tatminsizlik ruhunu kaplıyorsa şehirlerdeki yaşam alanlarında da dolaşan güruhun halinde aynı tatminsizlik ruhu hakim... Nasıl oluyor ise herkes mutlu bir yaşamın nasıl olacağını sorduğunuzda size illaki bir ormandan, yeşilden, denizden bahsederken, bir şekilde hepimiz kendimizi beton yığınlarının içine hapsediyoruz…
Tüketim toplumsal ve kişisel kimlik oluşumunda etkili bir faktördür. Gerçekte kişiyi farklı kılan kendi üretimleri iken günümüz toplumunda insanlar tükettikleri aracılığıyla farklılık kazanmak istemektedir. Günümüz insanı tükettikleri aracılığıyla gözükmek, farklılaşmak, seçkinleşmek telaşına düşmüş durumda… Dolayısı ile mimarlığa olan yaklaşım da bu tavırla biçimlenmekte...
Gerçekte insanın toplumsal yaşam içindeki konumunu o kişinin hayata ne kazandırdığı, kimliğini ise kendi standartlarının ne olduğu belirleyecekken, günümüzde kişinin kimliğini kazanma becerisinden ayrı düşen bir tüketim gücü, kimliğini ise gelecekten alabildiği kredileri belirlemekte... İnsanlar ancak tükettikçe kendilerini var edebilmektedirler, aslında yok olduklarını fark etmeden… Dolayısı ile tüketim gücü sınırlı olanların tercih şansları da sınırlandığı için, “mal” edinme şansları azaldıkça kimlik tercihleri de azalmaktadır. Tüketim dışındaki bir sistem üzerinden biçimlendirilmiş kimlikler ise kabul görmemektedir (4).
Tüketim kültürünün yaygınlaşması sonucunda, ürünler birer yasam tarzı belirleyicisi haline gelmişlerdir. Lüks konut sitelerinin yaygınlaşması, mimarlığın metalaşmasına verilebilecek en somut örnektir. Lüks konut kavramı çerçevesinde yeni bir hayat tarzı satılmaktadır. Bu hayat tarzı, sitenin imajı, yapıların niteliği, malzeme, peyzaj ve komşuluklarıyla birlikte her açıdan steril bir ortam sunmaktadır. Bu sitelerde oturmak prestij meselesi olarak görülmektedir… Ancak o prestij unsuru sitelerin içindeki yaşamlarımızda oluşan tatminsizlik bağrımıza yüklediği ağırlığını nereye gitsek bize hissettirir… Kendimizi sürekli bir alışveriş merkezine atar halde buluruz…
Giysilerimizin kimliğimiz ve tercihlerimiz konusunda ipuçları verdiği gibi oturduğumuz ev de buna benzer bir izlenim bırakmaktadır. Giyinmedeki temel ihtiyaç kimliği ortaya koymak değildir; tıpkı mimarlıkta olduğu gibi. Fakat tarihsel süreç içinde tüketim kültürünün yaygınlaşmasıyla birlikte 20. yüzyılda öne çıkan unsur bu olmuştur. Nesneler aracılığıyla kimlik oluşturmak, modanın da takipçisi olmayı gerektirir bir hal almıştır… Nesneleri moda oldukları kısa bir dönem içinde tüketip, yerine yenilerinin gelmesini sağlamak tüketimin kitlesel sürekliliğini desteklemektedir…
“Her şeyi denemek gerekir: Çünkü bir şeyleri, ne tür olursa olsun bir zevki, kaçırma korkusu tüketim insanının kafasından hiç çıkmaz” BAUDRILLARD
İnsanoğlu tüketmek ister. Çünkü hep daha fazlasını istemek insanın doğası, egosu gereğidir. Ruhumuzun isteme mekanizması vardır ve o hep daha fazlasını ister. Ancak insan, isteme dürtüsünü üretim ya da tüketim olmak üzere iki farklı yönde yönlendirebilme ve yönetebilme becerisine de sahiptir. Mesele terazinin kefesinde üretimin tüketimin bir nebze önüne geçebiliyor olması ile ilgilidir. Çünkü tüketimi dizginleyebilmenin tek yolu tüketim isteğin ile ilgili olan kazanma becerinin harcama becerinin önünde yer alıyor olmasıdır...
Bugün ise sistemin kredili yapısı hep harcama becerimizin kazanma becerimizin açık ara ile önünde gitmesine bizi zorlamaktadır…
Günümüzde her mekân bünyesine bir alışveriş unsuru katmaya çalışmaktadır. Müzeler kurum kimliklerine veya sergiledikleri eserlere göre satış objeleri üretmekte, restoranlar müşterilerine servis ettikleri çeşitlerden satışa yönelik bazılarını paketli ürünler halinde eve götürülmek üzere sunmakta, çok işlevli yapı kompleksleri içlerine küçük veya büyük ölçekli bir alışveriş bölümü barındırmakta… Alışveriş merkezlerinde zaman kavramı unutturulmaya çalışılarak insanların daha fazla tüketim yapmaları arzulanmaktadır. (2)
Her tüketim mekânı bir simülasyon sanki... Büyük alışveriş merkezleri sürekli olarak kendi soyut zamanını yaşıyor. Zaman içerde istenildiği gibi yönlendirilebiliyor, bastan kurulabiliyor. Asıl hedeflenen zamansızlık ve mekânsızlık daha doğrusu “yer” duygusunun yok edilmesi. İçerisi sabit bir sıcaklıkla sonsuz bir bahar ve sonsuz bir gündüz yasamakta. Bu tüketim toplumunun ütopyası… (5)
Daha genel olarak modalarda, ürünlerde, emek süreçlerinde, fikirlerde ve imajlarda uçuculuk ve kısa ömürlülüğün hakim olduğu bir “kullan ve at” toplumunda, ürünler ve imajlar giderek daha çok kullanılıp atılmakta… (6)
Zaman hızlanmış durumda ve mekân kavramını yitiriyoruz… Buna da küreselleşme demeye başladık… Her kavramın başına gelen akıbet küreselleşme kavramı için de geçerli… Kavramları dahi tüketiyoruz… Kavramların ayrışarak gerçek ifadelerine kavuşmaları, problemleri belirlememiz, hayatı doğru algılayarak fayda sağlayabileceğimiz yönde doğru tepkiler vermemiz ve çözüm üretebilmemiz açısından önemli.
Mimari anlamda küreselleşme dünya çapında her bilgiye ve her türlü teknolojiye her yerden ulaşılabilirliğin sağlanıyor olması bakımından bir taraftan olumlu bir etkiye sahipken, bu olanakların basite indirgenip kullanılması derinliksiz bir kültürel altyapı ve içerik ile bağdaşmayan sonuçların ortaya çıkmasına neden olmakta... Aşırı hızlı ve aşırı yoğun etki alanına sahip yenilikçi çözümlerin hepsi uzun vadede geniş alanlarda büyük yan etkileri beraberinde getiriyorlar. Sürekli mekanik sistemle temizlenen havanın olduğu yalıtılmış akıllı binalarda “hasta bina sendromu” denen ve yaygınlaşan sağlık problemleri bu sebep sonuç ilişkisinin doğal sonucu…
Dolayısı ile teknolojilerimiz ile binalarımızı akıllı kılmaya çalışırken o yapay aklın doğa ile ne ölçüde barışık olduğunu sorgulamak önemli olan… Teknolojik ürün, endüstriyel ve elektronik anlamda ne oranda geliştirilirse o oranda zararlı yan etkileri içinde barındırıyor ve biz bu etkilere on beş yirmi sene maruz kaldıktan sonra onları fark edebiliyoruz. Sonra da o yan etkileri ortadan kaldırmak için yeni sahte çözüm arayışlarına girişiyoruz… Evlerimizi doğal ahşap sıcaklığını vermek için teknolojik yeniliklerle geliştirilen laminat parkeler ile kaplıyoruz… O parkelerin içindeki kimyasalların kanserojen olduğu bir beş on yıl sonra deneyimlerle kanıtlanıyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Yeni üretilen daha rafine başka bir endüstri ürününe sarılıyoruz… Aşınmaya ve o aşınma ile ilgili olacak zahmetlere dayanamıyoruz… Doğal olan aşınır… Bu evrensel bir yasadır. Her şeyin bir ömrü vardır… Mimaride de her binanın ve her bina için kullanılan her malzemenin bir ömrü vardır… İnsan sahte bir takım kimyasallarla, gelişmiş teknolojilerle bu ömrü ne kadar uzatmaya çalışırsa kendi sağlığına ve çevreye o oranda zarar verdiğini fark edememektedir. Üretilen bir şeyin küresel anlamda faydalı olabilmesi için öncelikle onun belli bir kullanım ve bakım ömrü olduğunu kabullenmek gereklidir. Küreselleşme üretilen bir şeyin, kendi ömrünü, insan ve çevre sağlığına en az zarar ile nasıl tamamlayabildiği ile alakalıdır…
Küreselleşmeyi zamanı hızlandırmak, mekân duygusunu yok etmek, teknolojilerimizi ve mekânlarımızı daha ömürlü kılmak amacında kullandığımız sürece, bu kavram bizi, gelecek nesillerimizin ömrünü yok ediyor olduğumuz gerçeğine taşımakta… Hayatımızı hızlandıran yeni teknolojileri sadece yaşadığımız anı daha zevkli daha güzel daha zahmetsiz kılması için geliştirdikçe uzun vadede insan sağlığına ve çevreye ciddi zararlar veren bir yaşam ağı kurduğumuzu algılamaktan uzaklaşıyor ve tam aksine bunun da doğru olduğunu savunuyoruz…
Gerçek anlamıyla mimarideki küreselleşme o mimari yapının yerleşik doğa ve sosyal ortam verileri ile hem çevreye hem de insanların toplumsal yaşantısına uyumlu ve artı değerler katabilen uzun vadede fayda getirebilen bir yapılanma sergilemesi ile mümkün olabilecektir.
Bu bakir topraklar üzerine yaptığımız yapılar bu toprakların sunduğu güzellikten daha fazlasını sunabilmeli bize… Yok ettiğimizden daha fazlasını ortaya koyabiliyor olmalıyız…(1)
Kaynaklar:
(1) Alain De Botton, Mimarinin Günlüğü
(2) Mimar Özlem Balıcadağ 2006, Mimarlık ve Tüketim Meselesine Kent Bağlamında Bir Bakış İstanbul Örneği, İstanbul Teknik Üniversitesi; Yüksek Lisans Tezi, Mimarlık Anabilim Dalı- Mimari Tasarım Programı
(3) Baudrillard, J., 1995. Bir Tüketim Kuramı Üzerine, Cogito, 5, 89-102.
(4) Kozanoğlu, C., 1995. Demokrasinin Beşiği Süpermarket mi?, Cogito, 5, 21-23.
(5) Yırtıcı, H., 2005a. Çağdaş Kapitalizmin Mekânsal Örgütlenmesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
(6) Urry, J., 1999. Mekanları Tüketmek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.